USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000

Hedef: Türkiye ve İran’ı karşı karşıya getirmek

26-02-2024

Takvimler 11 Eylül 2001’i gösterdiğinde, Amerikan Havayolları’na ait 4 yolcu uçağı kaçırıldı. İlk başta çok iyi kurgulanmış terör saldırıları olarak görünen bu olayın kısa süre sonra farklı hedefleri olan bir planın parçası olduğuna dair işaretler ortaya çıktı.

Kaçırılan dört uçaktan, üçü kısa sürede bir silaha dönüşmüştü. Bu uçaklardan ikisi New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin İkiz Kuleleri’ne, biri ise Pentagon (ABD Savunma Bakanlığı) binasına çarptı. Bir anda tüm dünyada büyük bir şok dalgası yaşandı. ABD’nin güvenlik ve finans merkezlerine yapılan bu saldırılar sonucu 3 binden fazla insan hayatını kaybetti, binlerce kişi de yaralandı.

İşte bu muamma dolu ve sırrı hala çözülemeyen saldırıların ardından ABD Başkanı George W. Bush’un ağzından isteyerek ya da istemeyerek bir cümle çıktı ve Bush “Haçlı Savaşları’nı başlatıyoruz” dedi. Ve daha öncesinde planlandığı anlaşılan kirli bir plan devreye sokuldu. Terörle savaş gerekçesiyle önce Afganistan, ardından hiçbir delil olmadan “Saddam’ın elinde kitle imha silahları var” denilerek 2003 yılının Mayıs ayında Irak işgal edildi.

Ve sonrasında takvimler 2010 yılını gösterdiğinde, Arap Baharı diye tarif edilen, sonrasında baharla yakından uzaktan alakası olmadığı anlaşılan, halkların haklı taleplerinin istismarına dönüşen süreçte, bazı ülkeler ve bölgemiz istikrarsız hale getirildi. Etnik ve mezhepsel farklılıklar üzerinden kaos ve çatışma planları devreye sokuldu. Pentagon’un kimi danışmanları “5 devletten 14 devlet çıkaracağız” diyecek kadar ileri gitti. Yeni devletleri Şiistan, Sünnistan, Alevistan gibi bölümlere ayıracaklarını yazıp çizdiler. Suriye, Yemen iç savaşa çekildi. Irak’ta terörle mücadele bahane edilerek yeniden ABD varlığı güçlendirildi. DEAŞ denilen bir örgüt birden neredeyse Irak’ı tamamen kontrol altına alacaktı. Terör örgütü PKK’nın kolları olan YPG, PJAK aktifleştirildi. Tekfirci örgütler oluşturuldu. Bölgede sadece Türkiye ve İran hariç hemen hemen tüm ülkelerde iç savaşlar çıkartıldı.

Türkiye’de Hendek olaylarıyla iç savaş ve 15 Temmuz ile de darbe senaryoları devreye sokulsa da bunlardan sonuç alamadılar. Sonrasında iktidar kamplaşma, kutuplaşma, ayrıştırma üzerinden söylemler geliştirse de iktidar ve muhalefetin ilk başlarda, zor dönemlerde sağlam diyalog kurması, birlik mesajları vermesi kirli planları tarihin çöplüğüne attı.

İran’da ise bazen ekonomik bazen de toplumsal meseleler üzerinden karışıklıklar çıkarılmaya çalışıldı. İran da bu tehlikeleri atlatmayı başardı. Bütün bunlardan Türkiye ve İran içinde sorunların olmadığı anlamı da tabi ki çıkarılmamalıdır. Elbette sorunlar vardı. Bazen her iki ülkenin de yöneticilerinin gelişmeleri doğru okuyamaması, kargaşanın yayılmasına zemin oluşturuldu.

Şimdi 11 Eylül’e benzer bir süreçten daha geçiyoruz. Filistin – Gazze’de 7 Ekim sonrası gelinen durum bize bir kez daha gösterdi ki Siyonizm- Evanjelizm ittifakı “Büyük İsrail’i” kurmak için bölgeyi ateş çemberine çevirmeye çalışmaktan geri adım atmayacak. ABD’nin açık bir şekilde İsrail’e karşı cephe oluşturan güçleri Irak, Suriye ve Yemen’de hedef alması doğru okunmalıdır. Terör örgütü PKK’nın sınırlarımıza sistematik saldırılar düzenlemesi ve İran’ın Kirman eyaletinde 100’den fazla sivilin katledilmesi aslında büyük bir yapbozun parçaları olduğu gerçeği dikkatlerden kaçmamalıdır.

Bugün hedefte artık Türkiye ve İran var. Siyonist-Evanjelik ittifak bölgenin iki önemli ülkesini hedef tahtasına oturtmuş durumda. Burnumuza pis kokular geliyor. Sanki yakın gelecekte bazı provokasyonlar devreye sokulacak gibi endişeler çok da yersiz değil.

Bu arada Türkiye ve İran’ın bütün meselelerde aynı düşünmesini beklemek işin doğasına, eşyanın tabiatına aykırıdır. Ancak bu gerçeğe rağmen 1639 Kasr-ı Şirin’den bugüne sınır ihtilafı yaşamayan iki ülkenin birlikte yapabilecekleri birçok şey olduğu da ortadadır. İç içe geçmiş kültürel, sosyal, siyasi, ekonomik ortaklıklar birlikte hareket edilebilecek alanlar için çok önemli zemin oluşturmaktadır.

Mezhep farklılıkları üzerinden bir değerlendirme yapmak istemem ama bu konu üzerinden zihinlere düşmanlık mayınları döşeyen kimi gafiller, Türklerin Müslüman olmasına vesile olanların İranlılar olduğunu, İranlıların Şii olmasına katkı sağlayanların da Türkler olduğu gerçeğini atlamasınlar. Peygamber, namaz, abdest gibi artık kendi dilimizin bir parçası olan tanımların Farsça olduğunu hatırlasınlar. Yavuz Sultan Selim’in şiirlerini Farsça kaleme almasının kültürel olarak iç içe geçmişliğin önemli bir delili olduğunu görsünler. Bunun yanında İranlılar da Selçuklu Devleti’nin İran toprakları üzerinde bıraktığı kalıcı izleri ve o coğrafyadaki mirasının hakkını teslim etsinler.

Ayrıca küresel güçler 1980-1988 arasında İran –Irak Savaşı’nda nasıl tuzak kurdularsa, bugün de iki ülke arasında böyle bir tuzağın işaretlerini görmek isteyen gözlere gösteriyorlar. Her iki ülke de doğru bir süreç yönetemezse, Sünniliğin, Şiiliğin kardeş halkların arasına döşenen birer atom bombası olduğu gerçeğini acı bir şekilde tecrübe etmek zorunda kalabilirler.

İşte bu kirli planlara karşı Türkiye ve İran mutlaka ama mutlaka uyanık olmalıdır. Rekabet içinde dayanışma mümkündür. Farklı hedefler olabilir. Bölgesel gerçeklikler farklı adımların atılmasını da getirebilir. Ancak bu farklılıkların Türkiye ve İran’ın karşı karşıya gelmesine asla izin verilmemelidir. Allah korusun Türkiye ile İran karşı karşıya gelirse bundan her iki ülke de büyük kayıplarla çıkacaktır. Her iki kesimde de sürekli düşmanlık tohumları ekmeyi marifet sayanlar, 70 milyon insanın öldüğü İkinci Dünya Savaşı’nın ardından birbirlerini öldürerek bitiremeyeceklerini anlayan Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği’nin temellerini nasıl attıklarını incelesinler. 

Bugün artık Türkiye ve İran arasındaki sorunların aşılamayacak problemler olmadığı bilinmelidir. Suriye, Irak ve diğer alanlarındaki fikir ayrılıkları minimum seviyeye indirilmelidir. İhtimal vermiyorum ama şayet iddia edildiği gibi İran’ın bir Şii hilali oluşturma çabası varsa bunun bölge gerçekleriyle örtüşmediğinin farkına varılmalıdır. Herkes bu bölgede birbirinin hukukunu koruyarak ayakta kalabilir. Aksi yaklaşımlar küresel güçlerin ekmeğine yağ sürmektir.

Türkiye ve İran arasındaki bölgesel iş birliği girişimleri artırılmalı ve terörle mücadelede ortak hareket edilmelidir. Bölgeyi ateş çemberine çevirmeyi hedefleyenlerin kirli planlarına karşı Ankara ve Tahran ilişkilerini mutlaka ama mutlaka sağlıklı bir zeminde yürütmelidir.

Unutulmamalıdır ki her iki ülkenin barış ve huzuru demek sadece Türkiye ve İran’ın hayrına değil, bütün bir bölgenin ihtiyacı olan bir yaklaşım olacaktır. Çünkü Türkiye İran’ın batıya açılan kapısı, İran da Türkiye’nin doğuya açılan kapısıdır.