USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000

Sağ, Sol, CHP ve Başörtüsü

20-10-2022

Sağ, Sol, CHP ve Başörtüsü

Artık toplumun farklı ideolojik altyapıya sahip büyük kesimleri tarafından Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Osmanlı Devleti’nin devamı olarak kurulduğu genel kabul görmektedir. Elbette Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın bir devamıdır ama “Osmanlı’nın külleri üzerine kurulması” ayrıntısı aslında son günlerin popüler tabiri ile epistemolojik bir kopuşun da konuşulmasını gerektirmektedir. Yani, geleneksel bir devletin yıkılmasından sonra ortaya yepyeni, gencecik ve daha da önemlisi hiç de öncekine benzemeyen bir devlet ortaya çıkmıştır. Bir başka deyişle, Osmanlı’nın toplumsal yapısı bazılarına göre dini temelli bir düzene dayanmakta iken yeni devlet kendisini ondan ayrıştırmak için dine karşı bir mesafe koymakla işe başlamıştı.

O dönemde yani yirminci yüzyılın hemen başında Avrupa’da Portekiz, İspanya, İtalya ve tabii ki Fransa’da din ve devlet işleri birbirinden ayrıştırılmak istenmekteydi. Aydınlanma Felsefesi de denilen bu akımla artık bilginin kaynağı, yani epistemoloji dinden ayrılarak bizzat duyularımızla ve defalarca deney yapabileceğimiz ampirik çalışmalara geçmişti. Dinin, daha doğrusu kilisenin tahakkümünden kurtulunca özgür bir düşünce ve demokrasiye ulaşılacağı öngörülmüştü. Belki Avrupa toplumları için geçerli olan bu yeni akım Batı dışındaki toplumlar için de örnek alınmaya çalışılmıştı. Hâlbuki Batı’da devleti bir şekilde kontrol etmeye çalışan ve ondan bağımsız bir sivil toplum ya da burjuvazi sınıfı daha uzun bir süredir mevcut iken Batı dışı toplumlar çeşitli sebeplerle bu sivil toplumu bir türlü oluşturamamıştı. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti de ilk başta belki bürokratlar eliyle bir sivil toplum oluşturmaya çalışsa da her şey devlet eliyle ve devletin kontrolünde gelişmekteydi.

Zaten toplumsal bir mutabakat da baştan itibaren tam anlamıyla sağlanamadığı için yeni devletin “muasır medeniyetler seviyesi” hedefine, ne olmayan bir sivil toplum, ne devletten bağımsız bir burjuvazi, ne de çoğulcu olmayan bir siyaset rejimi ile ulaşması beklenemezdi. Nitekim bu dönemde kurulan parti (Cumhuriyet Halk Partisi, CHP) zaten devletin bir uzantısı olduğu için kendisine bir hedef seçmen kitlesi belirlemek zahmetine bile katlanmadı. İdris Küçükömer gibi yakın tarihimizin en önemli iktisat ve dolayısıyla ekonomiyi belirleme açısından toplumsal yapımızı inceleyen bir bilim insanımız, Cumhuriyet’in kuruluşu ile onun partisini ilk defa eleştirebilenlerden birisidir. Zira CHP kendisine oy verecek bir seçmen kitlesi belirlemek yerine işin kolaycılığına kaçarak devleti kuran elitler ile işbirliği yapmayı tercih etmişti. Daha sonra kurulan Demokrat Parti (DP) ise bu kurucu elitlerin dışında kalan kesimlerle bütünleşmişti.

Elitlerin toplumu tepeden inmeci bir yöntemle “modernleştirme” çabasına soğuk bakan ve dışlanmış hisseden halk, Demokrat Parti’yi onun bilindik haliyle sağ diyebileceğimiz muhafazakâr politikaları sebebiyle her seçimde desteklemiş ve bunun neticesinde sol siyaset CHP’ye düşmüştü.

Hâlbuki geleneksel olarak içinde bulundukları statükoyu “koruyup muhafaza” etmesi gereken kesim, yeni devletin desteği hatta eliyle sermaye sahibi olmuş kesimler olması beklenirdi. Ama kurucu elit ve aydınların dışında kalan hemen herkes CHP yerine DP tarafında yer almıştı. Rahmetli Şerif Mardin hocanın tabiriyle elit kesimin oluşturduğu “merkez”in dışında, yani toplumun “çeper”lerinde yer alan tüm işçi, emekçi, köylü ve çiftçiler dünyada bir istisna oluşturarak kendisini sağda tanımlayan bir partinin seçmeni olmayı tercih etmişlerdi.

Hâlbuki toplumun farklı kesimlerinden beklenilen davranış, kendilerini ezen ve sömüren egemen sınıflara karşı daha eşitlikçi daha özgürlükçü politikalar üretebilen ve daha da ileri giderek mevcut sömürü düzenini değiştirmeyi vaat eden solcu partilerin tercih edilmesiydi. Ama ülkemizde en baştan beri kendisini solda tanımlayan CHP karşısında sağcı partiler hep hedefledikleri seçmenlerine içinde bulundukları kötü şartları iyileştirmeyi, daha rahat ve müreffeh bir hayatı vaat ettiler. Nedense kuruluşundan itibaren devletin yanında yer alan CHP bir türlü olması gereken sosyal politikalar geliştiremediği gibi toplumun hassas sinir uçları olan bazı dini değerleri de görmezden gelmeyi seçti. Tek partili dönemde seçilme endişesi olmayabilirdi ama en azından çok partili döneme geçildikten sonra halkın hassasiyetlerine kulak verilmeliydi.

Yüzyıllık devletimizde siyaset çoğu zaman, CHP’nin doğrudan yaptığı veya devletin kuruluşundan itibaren etkisi altında olan elitler aracılığıyla uyguladığı “zulümler” ya da yasaklamaları ile şekillenmiş ve bu durum geniş toplumsal kesimlerde bir travmaya sebep olmuştur. Son yetmiş yılda sağ partilerin hep iktidarda olmaları da bu travmaları çok iyi değerlendirmeleri hatta manipüle edebilmeleri ile yakından alakalıdır. Küçükömer’in haklı olarak CHP’yi bir sağ parti olarak tanımlaması, bunun karşısında egemen burjuva kesimlerinin yanı sıra, bütün işçi ve emekçi kesimlerinin muhafazakâr damarlarına hitap edip, önemli sosyal politikalar geliştirerek onları kendisine bağlayan sağ partileri nispeten sol partiler olarak görmesi bu gerçekler ışığında anlaşılabilir bir şeydir.

Ama dünyada sol veya kendisini sosyal demokrat olarak tanımlayan partilerin demokrat ve özgürlükçü söylemleri mesela AK Parti’nin ilk dönemlerinde uygulanmaya çalışılsa da günümüzde gelinen noktada iktidarın yasakçı bir zihniyete evirildiği söylenebilir. Yani AK Parti gitgide kimi uygulamalarıyla eleştirdiği, seçmen zihninde sürekli canlı tutmaya çalıştığı “Tek Parti” dönemiyle örtüşen bir anlayışa bürünmektedir.

Bu noktada iki kutuplu bir siyasetten bahsedilecekse kendisini solda konumlayan CHP’nin toplumun ezilmiş ve sömürülmüş kesimleriyle barışmasının yanı sıra daha özgürlükçü bir siyaset benimsemesi beklenmektedir. CHP’nin son olarak başörtüsü için yasa teklifi vermesi de aslında bu beklentiye cevap verme çabasına denk düşmektedir. AK Parti’nin yasa teklifinin detaylarını görmeden “hodri meydan” çağrısı da yüzde 65-70 sağ seçmen kitlesini CHP karşıtlığı ile elde tutma hedefi olarak ortaya çıkmaktadır. Başörtüsü ile ilgili çıkışı, Elazığ ve Erzurum gibi muhafazakâr seçmenin çoğunlukta olduğu illerde çalışmalar yürüten CHP’nin uzun zamandır süren “helalleşme” adımlarının ete kemiğe bürünmüş bir sonucu olarak da değerlendirmek mümkündür. Bu çaba başta muhafazakâr kesimlerin sahip çıkması beklenen bir çıkıştır. Bunun toplumun normalleşmesi yolunda önemli bir adım olarak değerlendirilmesi gerekir.

Avrupa’nın farklı ülkelerinde yaşayan vatandaşlarımız eğer bulundukları ülkelerde oy verme hakkına sahip olmuşlarsa, büyük bir ihtimalle sol partilere oy vermeyi tercih etmektedir. Ülkemizdeyken asla bir sol partiye oy vermez hatta hayal bile edemezken bu davranışları onların içinde bulundukları şartların iyileştirilmesi umuduyla açıklanabilir. Mesela İtalya’da, Fransa’da göçmen karşıtı, sağ veya aşırı sağ partilere olan mesafeleri de bundandır. Emekçilerin hayat şartlarının da ötesinde bir yabancı, bir başka dinin mensubu olan ve toplumun hâkim sınıfları tarafından dışlanan bu insanlara daha fazla saygınlık, bir başka deyişle “insan yerine konulma” ümidi seçmen davranışlarını yakından belirlemektedir.

Türkiye siyasetinin sağ ve sol tanımlamalarına önemli bir itiraz -meydan okuma da denebilir- Milli Görüş hareketinden gelmiştir. Kuruluşundan itibaren ne hâkim sermaye sınıfları, ne de tepeden inmeci elitlerin yanında yer alan Millî Görüş partilerinin başarıları da toplumun her kesimiyle iletişime geçme becerisinden kaynaklanmaktadır. Çünkü ne sağda, ne de solda konumlanmayıp geniş anlamda toplumun menfaatine olacak şekilde herkesle müzakere yapabilen bir parti adil paylaşım ve huzurun garantisi olabilir. Milli Görüş partileri işte bu yüzden kendisini sağ, sol, milliyetçi, liberal olarak tanımlayan partilerle koalisyonlar, ittifaklar kurabilmiştir. Bugün toplumun normalleşmeye ihtiyacı vardır. Siyaseti kimliklerin mücadele alanına çeviren kim olursa büyük bir yanlış yapmaktadır. Günü kurtarmak isteyenlere söylenecek bir şey yok. Tarih onları çok farklı yazacak. Ancak bu ülkenin geleceğini düşünen, birliğini, beraberliğini öncelik olarak kabul edenlerin daha kuşatıcı bir anlayışı hâkim kılmak ve buna uygun dil ve üslubu kullanmaları gerekir.

Mustafa KAYA